6 Şubat 2012 Pazartesi

MODERN UYGARLIĞIN ÇATIŞMACI DOĞASINI BESLEYEN KÖKLER

MODERN UYGARLIĞIN ÇATIŞMACI DOĞASINI
BESLEYEN KÖKLER
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün
Ankara Ü. İlahiyat Fakültesi
duzgun@divinity.ankara.edu.tr

Batı uygarlığının, Batı-dışı toplumların neredeyse tamamıyla ilişkisini çatış-
ma kavramı üzerinden kurmuş olmasının kaynaklarını tespit etmek, yüzlerce yıllık
bir düşünce arkeolojisi yapmayı gerektirmektedir. Batılı zihnin böyle bir düşünce ve
davranış tekdüzeliği geliştirmeye başlamasının ardında yatan temel motifi yakala-
mak için, Batının inanç öğretilerine de şeklini veren kök kültür sembollerinin deşifre
edilmesi gerekecektir. Zira Batı tarihinin çatışmacı kökleri, bu tarihi yapan zihinde
yatmaktadır. Batılı zihnin kendi dışındakilerle ilişkisini, ya kendine benzetmek ya da
yok etmek şeklinde dışa vuran güdüsü için onlarca sebep sayılabilir. Aşağıdaki ça-
lışmada bu sebeplerden Batının hakikat tekelciliğine ve tek tipleştirme ideolojisine
değinilecek ve Müslüman toplumların böyle bir zihin tezahürüne nasıl bir tepki
vermeleri gerektiğine ilişkin önerilerde bulunulacaktır.
Hakikat Tekelciliği ve Tek Tipleştirme İdeolojisi
Dünyayı homojen bir yapıya dönüştürme, Batı tarzı modernizmin temel he-
deflerinden biri olagelmiştir. Bu zihniyet, hem Rönesanstan başlamak üzere 18.
yüzyıla kadar süren Avrupa’nın kolonyal ve emperyal stratejisinde hem de post-
kolonyal süreçte Batı-dışı toplumlarla olan ilişkisi içinde keşfedilebilir. Aydınlan-
madan itibaren Batı düşüncesi, gerçekliğin nesnel doğası ile kendi içinde bulunduğu
şartlar arasında bir özdeşleştirmeye gitmiş, Batı dışı toplumlara tepeden bakan ve
bunları kültürel olarak bile irdeleme gereği duymayan bir paradigma geliştirmiştir.
Bu paradigma, söz konusu toplumların büyük bir kısmını Sosyolojinin çalışma ala-
nına dahi sokmamış, alt kültürler olarak görerek, Etnoloji ve Antropolojinin konusu
haline getirerek araştırmıştır. Batı dışı toplumların gelişme seyrini tartışan bu tekelci
düşünce, bu toplumların gelişmesinin ancak Batı zihninin yol haritasını takip etme-
leriyle mümkün olabileceği söylevini geliştirmiştir.
Hakikat tekelciliği, kurtuluş tekelciliği, Tanrı tekelciliği, cennet tekelciliği,
gibi uzatılması mümkün olan bu liste Yahudi-Hıristiyan geleneğin genetiğine sinmiş
bulunmaktadır. Bütün açıklama biçimlerini ‘merkez’ ve ‘çevre’ terimleri üzerinden
kurmaya alışan bu tekelci modernizm, Batı kültür havzasının dışında kalanların
tamamını bir kategori, kendisini ise bağımsız ayrı bir kategori olarak görmüştür.
Batı-dışı toplumların gelişme seyri bile, bu merkez-çevre ilişkisi çerçevesinde kur-
gulanmıştır. Bu bağlamda Batı-dışı toplumların nasıl bir gelişme seyri takip
ede(bile)cekleri konusunda tartışılan iki tezi hatırlamak gerekiyor: Bağımlılık tezi ve
post-kolonyal tez. Bağımlılık tezi, Batı toplumlarının Batı dışı toplumları nasıl etki-
lediklerini ve onları oldukları yere nasıl sabitlediklerini işlerken, post-kolonyal teori-
ler Batı dışı toplumların kendilerine has bir tür modernlik geliştirdiklerini iddia
etmektedir.1 Batılı gelişme çizgisini çizgisel-evrensel bir gidiş olarak gören zihne
göre, Batı modernizminin ulaştığı liberal yaşam biçimi, bütün gidişatların ulaşacağı
yegâne türdür. Bütün gelişme eğilimleri, farklılık taşısa da taşımasa da, gelip oraya
çıkacaktır. Başka bir ifadeyle Roma’ya çıkan birçok yol olsa da, Roma bir tanedir.
Bütün gerçeklikleri kendine bağlayan bu tekelci ve sadece kendini hakikat
olarak lanse eden tekilci söylem, Batı’nın tarih felsefesinde, teolojik ve felsefi mira-
sında kendini dışa vurmaktadır. Bu tekelciliğin tarihin kanlı sayfalarını oluşturduğu-
nu söylemeye bile gerek yoktur.
Tarih felsefesinde, tarihi İsa ile başlatmak ve bu tarihin öncesini İsa’nın geli-
şini hazırlayan tarihe, sonrasını ise onun izinden giden bir tarihe indirgeme bu tekel-
ci tarih felsefesinin bir göstergesidir. Bir diğeri ise, tarihte yaptıkları her eylemi
‘Tanrı böyle istiyor! (Deus lo volt!) çığırtkanlıklarıyla süslemiş olmalarıdır. Haçlı
Seferleri sırasında yapılan bütün savaşların kaydını tutan eserlerin Gesta Dei Per

Francos (Tanrı’nın Frankların Eliyle Yaptığı İşler) olarak adlandırmaları ise, bu
tekelciliğin zirve yaptığı noktayı göstermektedir.
Bu tekelciliğin en net gözlenebileceği alan, şüphesiz, dinsel/teolojik tekelci-
liktir. Batı kültürü içinde özünü kaybeden Hıristiyanlık, başka din mensupları şöyle
dursun, kendi içindeki ayrışmalara ve ihtilaflara bile tahammül edemeyen tekilci bir
şiddet kültürünün prototipini yaratmıştır. Viva la vita (yaşasın hayat!) değil, Viva la
muerte! (Yaşasın ölüm!) bu şiddet kültürünün yaşam boyu sloganı haline gelmiştir.
Batı’nın kendi dışındakilerle ilişkisindeki baskın unsur, teolojik detaylardan
değil, hegemonyacı bir anlayıştan beslenmiş ve din de bu hegemonya sürecine hiz-
met eden bir aygıta indirgenmiştir. Bu hegemonyacı tahakküm Müslümanlar kadar
Katolik olmayan Hıristiyanları da kendine hedef seçmiş, şiddete dayalı ilişkilerin en
önemli ve uzun süreli kesitini oluşturan Haçlı seferleri sırasında Katolik dünyası bu
tavrını Müslümanların dışındaki din ve anlayışlara da dayatmıştır. Bunun en iyi
örneği, Fransa’dan hareket eden haçlıların Almanya’dan geçerken yollarına çıkan
Yahudileri katletmeleri, yine IV. Haçlı Seferi’nin Müslümanları bırakıp da Orto-
doksların merkezi İstanbul’u hedef seçip, talan etmeleridir (1204).
Mutlak kudreti kendinde görme ve Latin Katolik Kilisesi’ni, İsa Mesih’in
yeryüzünde temsil edildiği tek mekân olarak kabul etme anlayışı, Latin Hıristiyanla-
rının diğer din ve inanç mensuplarına toleranssızlığının başlıca sebebiydi. Onlara
göre inançsız birisine gösterilecek müsamaha, vatan hainliğiyle eşdeğerdeydi. Orta-
çağda bu uygulama, şu ifadelerde görüleceği gibi, kendine St. Thomas ile güçlü bir
teorik temel bulacaktır:
“Seküler devletin yetkisini elinde bulunduranlar, büyük suç işleyenleri ölüm-
le cezalandırabilmektedir. Dinden dönme veya hak dini (Katoliklik) reddetme, gü-
nahların en büyüğüdür. O hâlde dinden dönenler ve onun hak olduğunu reddedenler,
sadece aforoz edilmek suretiyle kiliseden uzaklaştırılmakla kalmamalı, öldürülmek
suretiyle dünyadan da uzaklaştırılmalıdır.”

Bu teolojik ön deyinin bir sonucu olarak, 1492’de Reconquista’dan sonra,
kültürel varlıkların var olmaya devam etmesine imkan tanıma ve kültürel hareket
özgürlüğünün adı olan Endülüs’ün bu yapısının devamına zemin hazırlama yerine,
yedi yüzyıllık bir medeniyetin temel kurucuları olanlar atıldıktan sonra bir kültür
kıyımı gerçekleştirilmiştir.
Tekelci zihniyetin kendini açığa vurduğu bir diğer alan felsefedir. Felsefede
tekelciliğin tipik temsilcisi F.Hegel’dir. Hegel’in Ruh (Geist) felsefesi bunun en iyi
örneğini oluşturmaktadır. Buna göre, alemin ruhu olarak tanımlanan Tanrı’nın iş
yapabilmesi için eli, ayağı olarak kullanacağı bir millete ihtiyacı vardır. Bu millet
Hegel tarafından Germenler olarak gösterilmektedir. Hitler’in elinde aktüelleşen bu
kuramla Tanrı’yı tekeline alan bu zihniyet, insanlık tarihinin karanlık sayfalarını
kabartmaktan öte ne işe yaramıştır?
Yahudi-Hıristiyan geleneğin hakikat tekelciliği ve tahrifçiliği, Kur’an tara-
fından reddedilmekte ve başlarına gelen kanlı ihtilafların ve gruplaşmaların, bu
tekelciğin ve tahrifin bir cezası olarak aralarına salıverildiği seslendirilmektedir:
“Biz Hıristiyanız” diyenlerden de sağlam söz almıştık. Ama onlar akılların-
dan çıkarmamaları istenen şeylerden önemli bir kısmını unuttular. Bu sebeple biz de
aralarına kıyamet gününe kadar sürecek bir düşmanlık ve kini salıverdik. …”3
“Bir de Yahudiler, Allah’ın eli sıkıdır, dediler. Ama bağlanan kendi elleri ol-
du ve bu söylediklerinden dolayı da lanetlendiler. … Söylediklerinden dolayı, arala-
rına kıyamet gününe kadar sürecek olan bir düşmanlık ve kin soktuk. Her ne zaman
bir savaş ateşi tutuşturmuşlarsa, Allah, onu söndürmüştür. …”4
Tarihi Tanrı ile yaptıklarını söyleyen bir milletin, Tanrıları tarafından lanet-
lenecek bir tutumla muallel sayılmaları ibretlik bir durum değil midir?
Burada önemli bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor: Özü gereği ‘İyi’ olan
Allah, tarihin seyrinin de iyiye gitmesi ve tarihin bir faziletler tarihi olması için
insanlarla bir misak/pakt yapmaktadır. Mîsak, hem bireysel hem de toplumsal bir
boyuta sahiptir. Bireysel olarak nasıl bir anlam taşıdığını, insan prototipi durumun-
daki Adem’le Allah arasındaki ilişkiyi başından sonuna kadar takip ettiğimizde
görürüz. Toplumlarla Allah’ın misak yapması ise peygamberler göndermekle ger-
çekleşmektedir.
Temiz bir fıtratla yaratılan insanın saf halinin, büyüyüp gelişmesiyle nasıl ih-
tiraslı (muktedir olmayı arzulayan/muhteris) bir insan karakterine dönüştüğünü ve
bu saflık ve ihtiras yahut iktidar/tahakküm diyalektiğinin de tarihin seyrine yön
verdiğini biliyoruz. Bu misak’ın varlığı, insanın bu ihtirasının ve tahakküm arzusu-
nun, tarihi hem insan hem tabiat hem de bütün diğer varlıklar için bir bozgun tarihi-
ne çevirmesini önlemektir. İnsanın organik ve inorganik bütün ilişkilerinde hakkı ve
adaleti ayakta tutmasını öngören Misak’a aykırı davranmakla da, fısk (fasıklık),
zulüm, tuğyan (zulmün toplumsal boyut kazanması) gibi kavramlar tarih sahnesine
çıkmaktadır.
Allah’a aidiyet yahut Allah’ın seçilmiş kulu/milleti olma iddiası, bu misaka
uyup uymamakla test edilmelidir. Allah’ın ahdine nail olan, onun kurtuluşa erdire-
ceği milletler, seçilmişlikleri kendilerinden menkul olanlar değil, bu misakın şartla-
rına uyanlardır. Bu misakta ayakta tutulacak temel kavramlar vardır: adalet dağıt-
mak, özgürlükleştirme, güven vermek, açları doyurmak, açıkları giydirmek, vs. Bu
terim ve kavramlara kim bir yaşam alanı açarsa bu misaka göre davranmış ve Al-
lah’ın seçilmiş kulu olma hakkına kavuşmuş; kim de onları dumura uğratmak için
gayret etmişse, zalimler tayfasına eklenmiştir.5 Bunun dışındaki iddialar salt kurun-
tudan ibarettir.
Modernizmi üreten Aydınlanmacı akıl, hareket noktası ve kendisine koyduğu
hedef itibariyle; sözde evreni keşfedecek böylece mitolojik imgelere dayalı olarak
algılanan bir evren modeline son verecek, aklın hakimiyetini ifade eden rasyonel bir
çağı hakim kılacaktı. Ancak aydınlanmacı aklın bu dünyayı mitolojiden, çılgınlık-
lardan kurtarma teşebbüsünün fiyaskoyla sonuçlandığı ve insanlığı kaosa sürükleyen
deliliği ve çılgınlığı ürettiği apaçık ortadadır.
II. Dünya Savaşı ve Cezayir’le Fransa arasındaki mücadelede ölen bir milyon
Cezayirlinin ardından zirvesine çıkan post-modern düşüncede, Frantz Fanon Yeryü-
zünün Lanetlileri’nden ve M. Foucault Deliliğin Tarihi’nden Adorno ve Horkheimer
da bu tür bir Aydınlanmanın Diyalektiğinden bahsederken eleştirmek için hep Ay-
dınlanmaya ve onun ürünü modernizme göndermede bulunacaklardır. Batının bu
yıkıcılığının ardından, artık, Batının kendi gerçekliğini, modern bilimin temel para-
digmalarının evrenselliği altına yerleştirerek temel evrensel gerçeklikler olarak sun-
ması eskisi kadar itibar görmeyecektir. Postmodern düşünceyle birlikte Aydınlan-
manın bu tekelci ve etnosentrik mitosu soluklaşmaya başlamıştır.
Burada post-modernizmin bize hediye ettiği büyük bir gelişmeden bahsetmek
gerekir: büyük-anlatılar tarihi sona ermiştir. Postmodern paradigma, modernliğin
temel kök kavramları olan evrensel akıl, tekil hakikat ve bilgi yapılarını derin bir
rölativiteye açarak Batı epistemolojisini temelden sarsmıştır.6 Her şeyi Batı’nın
koyduğu temel paradigmalar ışığında görme, değerlendirme ve değer kriterlerimizi
bunların ışığında oluşturma alışkanlığımızın bozulduğu an, eşyanın tabiatına en
uygun olanın ne olduğu ve gelecek tarih perspektifinin insanlık onuruna yakışır
şekilde nasıl kurgulanması gerektiğini sorgulama yetkinliğini kazandığımız andır.
Bu sorgulama yetkinliği, sosyal pratiklerden tutunuz da inançlara, eylemlere, insan-
ların kendilerini açıklamak ve anlamlandırmak için referansta bulundukları gelenek-
lere kadar geniş bir yelpazede etkisini gösterecektir. Post-modern kültür, çoğulculuk
kavramını geliştirerek, modern kültürün öteki olarak damgaladığı kültür unsurlarını
kurucu-öteki seviyesine çıkarmış, Batılı bir önyargı olarak kalıcı bir paradigmaya
dönüşen diğer ırkların, cinslerin, kültürlerin aşağı kategorileri temsil ettikleri ve
bunlarla ilişkinin hegemonik bir tavır üzerinden kurulması gerektiği görüşünü kö-
künden sarsmıştır. Her bir kültürün kendi sistematik mantığı içinde hakikatin bir
yönünü temsil ettiği ve böylece de saygınlığı hak ettiği düşüncesi, modernliği salt
kendi rasyonalitesi ile özdeşleştiren Batı tarzı modernlik için kolayca kabul edilebi-
lecek bir realite değildi. Ama gelinen noktada, kendini sadece Batı geleneğini takip
eden toplumsal gerçekliklere sinerek açığa çıkaran bir hakikat fikri artık hikâye
olmuştur.
Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik modernliğin sloganlarıydı. Özgürlük, farklılıkla
birlikte eşitlik, kardeşlik, ve hoşgörü ise post-modernliğin sloganları haline gelmiş-
tir. İyimser bir tarih felsefesine sahip olanlar ve geleceği bütün insanlığın ortak tari-
hine çevirmek isteyenler şunları başarmak zorundadırlar: modernitenin insanlık
başta olmak üzere parçaladığı gerçekliği yeniden bütünleştirmek (tevhîd).7 Geçmiş-
ten tevarüs edilen her türlü çatışmayı körükleyen kültür verilerini bir kenara bırak-
mak ve insanların gayretlerini karşılıklı iyiyi (ma’ruf) üretmeye yönlendirmek. Böy-
lece insanları sadece kültür ve tarih kargoculuğu yapmaktan kurtarıp, tarihi bir ümit
ve beklenti tarihine dönüştürmek.

Tekelciliğe ve Tek Tipleştirmeye Karşı Yapılması Gerekenler:

1. Tek Tip Tarih, Tek Tip İnsan ve Tek Tip Modernlik Ülküsünü Reddetmek
Tarihsel açıdan, İslam ve onunla bütünleşmiş hayat tarzları, bir kültürel gele-
nek terkibi oluştururlar. Kültürel gelenek de doğası gereği gelişir ve değişir; gelişim
ve değişimi ne kadar büyük olursa mensuplarına da o kadar büyük hareket serbestli-
ği getirir. Statikleşip daraldıkça ve kucaklayıcı niteliğini kaybettikçe, mensuplarının
hareket alanını da buna paralel olarak daraltmaya ve tahammülsüzleştirmeye başlar.
Dinlerin daha doğrusu din mensuplarının zamana, tarihe ve gelişmeye direnmeleri,
başka bir ifadeyle dünyaya ait olmaya alışamamaları ise, hem sorunun hem de sonun
başlangıcını oluşturur. Bu sebeple, orijinal formlarıyla dinlerin modernleştirici ve
yenileyici süreçleri içlerinde barındırıyor olmaları, dinlerin tarihte diyakronik dönü-
şümlere yol açtığını söylememize imkân vermektedir. Bu anlamıyla tarihte dinlerin
tuttuğu yeri daha iyi anlamak için, iki kavrama; ‘historie’ ve ‘geschiechte’ kavram-
larına atıfta bulunmak analizimizi kolaylaştıracaktır.8
Historie ile, varlığın tarihte yer tutmuş haline, geschichte ile ise devir açıp
kapayan ve kendinden sonraki olaylar üzerinde uzun süreli etki yaratmış olaylara
atıfta bulunulmaktadır (diachronism). Bu iki kavram ise, içeriklerini kronos (saatin
ve takvimin gösterdiği zaman) ve kairos (önemli ve belirleyici anlar) terimlerinden
almaktadır. Bunlara dayalı olarak da, zaman tarafından belirlenen olaylar ve za-
man’da yer tutan olaylar ayırımı yapılmaktadır. Bu tarihsel olaylardan bir kısmı
karar vermeyi gerektiren bir nitelik taşır ve bu karar unsuru olayların içine bireyleri
ya da toplumları çeker. Böylece söz konusu olay, tarihin kırılmasına götüren bir
niteliğe bürünür. Peygamberlerin gönderilme anları ve halkın buna verdiği cevap,
bunun en iyi örneğidir. Hem gerçekleştirdikleri teorik ve pratik kırılma, hem bu
kırılmaların uzun vadedeki etkisi, hem de bu kırılmanın gerçekleşme sürecine ‘bi-
linç’li olarak katılan insanların varlığı dikkate alındığında, dinlerin tarihteki rolünü,
‘geschiechte’ kavramıyla karşılamak gerekir.
İlahi gelenek, her topluluğun karakterine uygun düzenlemeler öngörerek, ta-
rihin devinimini ve gelişimini sağlamıştır: “…sana gelen hak’tan ayrılıp da onların
arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol/minhac koyduk”9 aye-
tinde anılan şeriat/şir’a ve minhac kavramları bu konuda bize yol göstermektedir.
Bütün insanları tarih sahnesine tek tip bir millet olarak çıkarmak yerine, bir tekâmül
serisini tamamlayacak şekilde farklı milletler ve bunların karakterlerine uygun farklı
şeriat ve minhacdan bahsedilmektedir. Şeriat’ın ve bunu uygulama yöntemi duru-
mundaki minhac’ın somut bir anlayıştan soyuta doğru nasıl evirildiğini görmek için
Kitab-ı Mukaddes’ten Allah ile İsrailoğulları arasındaki ilişkiyi takip etmek ve dinin
nasıl mükemmelleştirildiğini10 görmek gerekir.11 Allah’ın insanlarla ilişki tarihini
yazılı olarak takip etmemize imkân veren Kutsal metinlere baktığımızda, bu ilişkiyi
resmeden dilin ve insanlar arasındaki ilişkilerin temel sistematiğini oluşturan hitabın
ve normların somuttan soyuta doğru gelişip evirildiğini ve Tanrı’nın ilk insanlara
hitabının daha detaylı ve anlaşılmayı kolaylaştıracak tekrarlara sahipken, bu özelli-
ğin Kur’an’da terk edildiğini görürüz.
İlerleme mantığı açısından tarihinin başını tutan insanla, sonunda yaşayan in-
san arasındaki fark, hem insan ilişkilerini kuran ve tanımlayan kavramların var olup
olmadığı, hem de bu kavramlara yükledikleri anlamda yatmaktadır. İnsan ilişkileri-
nin sade olduğu bir dönemde, şu an yaşayan insanın, karmaşık ilişkilerini anlatmak
için kullandığı terim ve kavramlara yer yoktu. Ama daha önemlisi, bazı soyut kav-
ramlara yüklenen anlamlar değişiklik gösterebilmektedir. Örneğin, insandan bağım-
sız olarak bir ‘adalet’ kavramının var olması, bu kavramın içeriğinin on bin yıl önce
doldurulmasıyla, günümüzde buna yüklenen anlamın aynı olduğu anlamına gelmez.
Adalet’in size yapılana aynıyla karşılık verme olarak alındığı kriminal adalet’ten,
size yapılan kötülüğü bağışlamanızın adaletin en üst formu olarak tanımlandığı bir
etik adalet anlayışına doğru evirilme söz konusudur.
2. Tarihsel ve Toplumsal Belirleyenlerin Ötesine Geçmek
Yaşadığımız tarih, belli bir zaman diliminde yaşayan, yapıp ettikleri sebebiy-
le sevinen ya da pişmanlık duyan insanların, başka bir ifadeyle kendi zaman dilimle-
rindeki tarihi kontrol edebilme gücünü gösterenlerin biyografik tarihi olması yönüy-
le insanidir. Ama bu zaman diliminin insanları, kendi zamanlarında meydana gelen
ve özellikle tarihi (historic) olan ve tarihte kırılma yaratan olayların meydana gel-
mesini ya da gelmemesini bütünüyle kontrol edemezler. Bu yönüyle tarihi olayların,
biyografik tarih yorumunu aşan bir yönleri vardır. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’nı
yaşayan insanların bu savaşın meydana gelmesindeki sorumlulukları bir dereceye
kadardır. Bu savaşın anlaşılması için onlarca yıl öncesine giden bir analizin yapıl-
ması gerekir. Dolayısıyla tarih biyografik yahut kronolojik olmanın ötesinde, kontrol
edebildiğimiz sebeplerin ötesine geçen sebep-sonuç ilişkisine sahiptir. Bu yönüyle
tarihin aşkın bir tarafı vardır ve o anın yaşayan insanlarını aşan bir özelliğe sahiptir.
Ancak bu aşkınlık sebep-sonuç zinciri içinde hareket eden rasyonel bir aşkınlıktır ve
içerisinde yasallık fikrini barındırmaktadır. Aşkın bir varlık olarak Tanrı’nın, tarihle
nasıl bir ilişki içinde olduğu, bu ilişkiyi hangi kavramlar üzerinden gerçekleştirdiği,
cevaplanması gereken bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır.
Allah-tarih arasındaki ilişkiyi kuracağımız ve bu ilişkiyi sürekli kılacağımız
kavramlarımız var mıdır? Şayet bu tür kavramlar var ise, bu durumda tarih, sadece
insanın değil, bir anlamda Tanrı’nın da tarihi olacaktır. Bundan kastımız, üzerinden
tarih geçen (beşer) ya da tarihi yapan (insan) haliyle diğer tabiat varlıklarından ayrı
bir yere sahip olan insanın, hem kozmik hem de tarihsel zaman içinde kendi başına
bırakılmadığını vurgulamaktır. Hem kozmik hem de tarihsel zamana böyle bir anlam
zerki, Allah’ın bütün fiillerinin bir amaca yönelik olması (hikmet) sebebiyle, tarihin
akışı ve sonu ile teorileri kurgularken önümüze farklı hedefler koymamızı sağlaya-
caktır.
Öyle görünüyor ki, insanın Allah’la ilişkisini kurarken referansta bulundu-
ğumuz bütün kavramlar, tarih ile Allah arasındaki ilişkinin de temel referans kav-
ramlarıdır. Mikro düzeyde kurulan Allah-insan ilişkisi, makro düzeye taşındığında,
bir toplumun yahut milletin Tanrı ile ilişkisi haline gelmekte ve tarihsel bir bağlama
oturmaktadır. Bu yönüyle tarih, insanın ve insan topluluklarının yapıp etmelerinden
oluşmakta ve gidişatında belli yasaları takip etmektedir. Tabii unsurların (güneş, ay,
yağmur, vs.) Allah ile ilişkisini kurarken, hangi şartlar altında ne tür davranışlar
sergileyeceklerinin belirlenmiş olması anlamında kullandığımız kader kavramı,
insan ve tarihi söz konusu olduğunda inayet kavramı olarak karşımıza çıkacaktır.
İnayet, Allah’ın canlı varlıklarla ilişkisini kurduğu kavramdır ve içinde, Allah’ın bu
organik varlık alanıyla sürekli irtibatta olması, onları gözetmesi, müdahale etmesi
anlamlarını barındırmaktadır.
Tarihin bir hikmete bağlı seyir takip etmesi ve sürekli olarak Tanrısal inayetin
nesnesi olmaya açık bir alan olarak görülmesi, kendini tarih bölümlemelerinde de
göstermektedir. İbn Haldun’un, Tarih’i ihbari ve inşai olarak bölümlemesinin altın-
da bu hikmet kavramı yatmaktadır. Bu bölümlemede, ihbari tarih, cereyan eden
olayların kronolojik aktarımını verirken, inşai tarih, tarihsel olayların cereyan düze-
nini, nedenlerini incelemektedir. İbn Haldun, evrende olup biteni anlamaya yönel-
mesi itibariyle tarihi (ikinci anlamda) hikmete dahil etmektedir.12 Bu hikmet çerçe-
vesinde devinen tarih, bir hedefe yönelmiş olması sebebiyle kendinde bir değere
sahiptir. Yine bu hedefi bir seyir hattı olarak tarihin önüne yerleştiren Yüce Var-
lık’la irtibatından dolayı kendi dışındaki Varlık alanının iş görme tarzıyla ilgili de
ipuçlarını içinde barındırmaktadır. Dolayısıyla tarihe verilecek anlam, bir bütün
olarak varlığın evrensel anlamını da açığa çıkaracak bir öneme sahiptir.
Toplumlar çoğu zaman, içinde yaşadıkları ve onları çevreleyen ve sınırlayan
toplumsal düşünme ve hareket etme biçiminin ötesine geçmek ve ideal olanın peşine
düşmek için bir üst doktrine ihtiyaç duyarlar. Kendi dinamikleriyle evirilemeyen bir
toplumu böyle bir doktrin uyandırabilir ve evirebilir. Toplumun görme ve hareket
etme kabiliyetindeki toplumsal felç ve tutulma durumunu aşmak için, gönderilen
peygamberlerin bu insanları, ‘kalkın, uyanın’ nidalarıyla uyandırmaya çalışmasının
mantığı burada yatmaktadır. Kur’an alışılagelen toplumsal matrisin belirleyici de-
ğerlerinin dışına çıkarak tarihte bir kırılma yaratmanın imkânını göstermek üzere
Ashab-ı Kehfi (Yedi Uyuyanlar), Firavun’un eşi Asiye gibi örnekleri vermekte ve
uyanmamakta direnenleri ölüler ve sağırlar olarak deşifre etmektedir:
“Bil ki sen ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderken sağırlara da çağ-
rıyı duyuramazsın.”

3. Tarihe Kendi Kavram ve Değerleriyle Müdahale Etmek
Dinlerin vahyedilmelerinin temel sebebi, toplumlarda kurulu hegemonik ya-
pıyı sökerek ve geleneksel ilişki biçimlerini yıkarak yeni bir matris oluşturmak ve
sağduyu, adalet, özgürlük gibi temel kavramlar çerçevesinde yeni bir yapı inşa et-
mektir. Bu yapısıyla dinler modernleştirici ve yenileştiricidirler. Bu yenilemenin
amacı da toplumda bazı kesimlerin aleyhine kurulan hegemonyacı yapıyı söküme
uğratmaktır. Ancak ilerleyen süreçte dinler açıklama biçimlerini, mantıklarını ve
kurumsallaşmalarını, kurulu bir devlet düzeni içinde oluştururlar ve vahyedilme
amaçlarına aykırı olarak, devletin hegemonya kurmak için kullandığı araçlardan
birine dönüşebilirler. Hıristiyanlığın başına gelen felaket bunun en bariz göstereni-
dir. Haçlı seferleri ve kolonyal dönem başta olmak üzere, Batı tarihi, dinin
hegemonik bir unsura nasıl indirgenebileceğinin örnekleriyle doludur.
Bu durumda, dinlerin ilk geliş anındaki temel gayesi, yani insanlar arasında
standartlaşan ve bu halleriyle idealmiş gibi gösterilen ilişki biçimlerine müdahale
etme görevi, o dinin müminleri tarafından sürekli canlı tutulmalıdır. Müminler eleş-
tirel bilinç, yaratıcı imgelem, ütopik kurgular ve diyalektik düşünme biçimleriyle,
yaşadıkları toplumda ilişkilerin temel insan hakları, adalet, özgürlük, güven, gibi
kavramlar ışığında yapılandırılıp yapılandırılmadığını test etmelidirler. Böylece
dinin modernleştirici ve yenileştirici işlevinin kaybolup, toplumun herhangi bir ku-
rumuna indirgenmesinin yolu kapanmış olacaktır.
Din, kendine has terim, kavram ve sembollerle belli bir düşünceyi yahut zihni
yapılandırır. Bu yapılandırma tarihte diyakron (tarihin akışının farklı bir mecraya
taşınıp, farklı dinamiklerle ilerlemesi) denilen kırılmalara sebep olur. Ulu’l-‘Azm
denilen peygamberleri diğerlerinden ayıran özellik, böyle bir kırılmayı gerçekleştir-
melerinde yatmaktadır. Bu diyakronik kırılma içinde din, kişiler ve varlıklar için
tamamen yeni anlamlar yaratır ve bu anlamları onlara yükler. Bu anlam yüklemesiy-
le güçlü olan zayıfa, zayıf olan güçlüye dönüştürülür. Bu tersine çevirme olayı ne
kadar geniş bir taban bulursa, bu değiştirici ve dönüştürücü değerler de o kadar bes-
lenir ve bu karşılıklı ilişki sonunda değer yargılarında bir kırılmaya götürür. Bunu
örneklemek gerekirse: Bütün toplum fertlerinin aynı davranışları sergiledikleri bir
bağlam içinde haklı-haksız, zalim-mazlum kavramları arasındaki çizgi o kadar net
değildir. Örneğin herkesin köle sahibi olduğu bir ortamda, köle edinmenin ahlaki
temelini kimse tartışmaya açmaz ve kölelere kötü muameleyi de bir ahlaksızlık ve
zulüm olarak adlandırmaz. Ancak bir din, yaygınlaştırılmak suretiyle normal bir
olaymış gibi sunulan bu davranış tarzına, tarihin standartlaştırılmış bu kesitine mü-
dahale eder ve kölelere kötü muameleyi ahlaksızlık ve zulüm olarak nitelendirirse;
bu toplumda o ana kadar bulunmayan kavramlar iş görmeye başlar. Artık bu toplum
zalimler ve mazlumlardan oluşan bir topluma dönüşür; mücadele de bu iki kesimin
mücadelesine. Bu niteliksel bir değişim ve dönüşümdür ve bu dönüşüm, insanlar
arasındaki ilişkinin hem normatif hem de ahlaki niteliğinde değişiklikleri yaratır. Bu
yönüyle, tarihin deviniminin temeline ‘çatışma’ ve ‘mücadeleyi’ koyanlar haklıdır-
lar. Ancak bu temeli, Marksist teorinin belirginleştirdiği haliyle sadece ekonomik bir
zemin üzerine inşa etmek eksiktir, bu aynı zamanda ideolojik, dahası varoluşsal bir
mücadeledir. Bu mücadele içinde din, peygamberleri aracılığıyla yeni terimler, kav-
ramlar ve semboller kısaca dinsel bir retorik yaratır ve kendilerine has mücadele
zeminini bu retorik üzerinde yükselir. Böylece felsefenin metafiziksel önermeleri,
peygamberlerin elinde aktüelleştirilir ve tarihselleştirilirler. Zira, kendi kavramlarını
ve bu kavramların hayat verdiği toplumsal matrisi yaratamayan bir din yahut düşün-
ce zaten uzun soluklu olamaz.
Müslüman toplumlar bir düşünceye, eyleme ve kuruma dinamizmi kazandı-
racak olan, onu geçici değil de sürekli kılacak olan ve başka kurumlara da evrensel
bir tarzda katkıda bulunacak ‘evrensel/tümel’ değerleri yaratmanın peşinde olmalı-
dırlar. İslam’ın Tanrı’sının bu anlamda el-Kayyûm14 (değerlere kaynaklık eden)
olduğu ve gönderdiği dini de, ed-dînü’l-kayyîm15 (değer üreten, kendi değerleriyle
ayakta duracak yeterlilikte olan) olarak tanımladığı unutulmamalıdır.

4. Müslüman Toplumların Eleştirel Bilinçle Kendilerini Yeniden Kurmaları
Müslüman toplumların kendi gelenekleri içinde problem alanı olarak karşıla-
rına çıkan sorunları daha açık bir zihinle ve risksiz bir şekilde karşılarına alıp sorgu-
lamaları gerekir. Dinin her an yenileştirme işlevi, müminlerine bu hakkı vermekte ve
bunu içtihad olarak kurumsallaştırmaktadır. Sorgulanan gelenekten ayıklanan ayak
bağlarının ardından, İslam toplumları kendi modernliklerine doğru açılma imkânını
yakalayacaklardır. Kendi modernliklerini arama çabası içine girme özgüvenini yaka-
layan Müslüman toplumlar, sürekli geçmişte seyahat eden anakronikler olmaktan
kurtulacak ve gerçekleştirmek için can attıkları ideallerini aktüelleştirecekleri kendi
gelecek tarihlerini yapma sürecine gireceklerdir. Böylelikle sürekli kendilerinden
önce geçenlerin yükünü taşıyan ve kendine ait bir şey üretemeyen kargo kültlerin ve
kültürlerin toplumu olmaktan çıkmanın da yoluna girmiş olacaktır. İslam dininin,
Hıristiyanlığın başına gelen kültürel anlamda sadece bazı kültlere, siyasal anlamda
ise bir hegemonya unsuruna indirgenme riskinden kurtulabilmesinin yolu buradan
geçmektedir.
Müslüman toplumlar, tekelciliğe reddiye olmak üzere, kendi modernliklerini
yaratmanın peşinde olmalıdırlar. Bunu gerçekleştirecek terim ve kavramlara sahip-
tirler. Bir dinin böyle bir modernlik yaratma kapasitesini ölçmenin yolu, hem kendi
mensupları için hem de diğer din ve düşünce mensupları için ne kadar yaşam alanı
açtığına bakmaktan geçer. Kur’an rengine, dinine, diline, vs. bakmadan bütün insan-
ları güvenceye almakta16, din mensuplarının (Ehl-i Kitap) Müslümanlarla ilişkilerini
sarsılmaz bir zemine oturtmakta, hangi dine ait olduğuna bakmadan bütün
mabedlerin korumasını bir ödev olarak Müslümanların omuzlarına yüklemekte, vs.
ve böylece bu konularda kendi dışında yaratılan uygulamaların aksi bir yaşam alanı
açabilmekte ve kendi modernliğinin temellerini kurabilmektedir.
5. Toleransı ve Çoğulculuğu Geliştirmek
Tolerans ve çoğulculuk kavramlarının modern Batı düşünce paradigması
içinde yer almaması, diğer kültür ve din mensupları aleyhine yıkıcı bir sürecin ya-
şanmasına sebep olmuştur. Çoğulculuk adına modern liberalizmin kavramsallaştır-
dığı şey, bireyci çıkarların çoğulculuğudur. Çoğulculuk, sonu gelmeyen çıkar ço-
ğulculuğunun yarattığı piyasa kavramı içinde alınıp satılan her şeyin çoğulculuğuna
değil, farklı yaşam tarzlarının çoğulculuğuna imkân vermelidir. Farklı etnik ve dini
grupların çoğulculuğu, Batı tarzı modern dünya görüşüne yabancıdır. İnsanlara baş-
kalarının alanına girmedikçe istediklerini yapma alanları yaratmanın, çoğulculukla
ve toleransla hiçbir ilgisi yoktur.
Bu anlamda, tolerans ve çoğulculuk, çağdaş kültür platformunun tartıştığı
içerikle, Batı uygarlığının değil, İslam kültürünün bir parçasıdır. İslam toplumu,
Batının aksine, çoğul sosyal ve dini gruplar fikrine başından beri tanıdıktır. Bu ço-
ğulculuğun içine sadece İbrahimi gelenek içinde anılan Ehl-i Kitap değil, ruhi gele-
nekleriyle, Doğu kültürleri de, bu çoğulculuğun meşru bir parçası haline getirilmiş-
tir. İslam toplumunun kendi içindeki çeşitliliği ve çoğulculuğu da, yine Batının tarih
sicilinin aksine, kutsanmıştır: İhtilafu ümmeti rahmetün, (ümmetimin farklı görüşte
olmaları rahmettir) hadisinde en açık ifadesini bulmuştur. Buradaki ihtilaf (halife,
muhtelif, halef (ardıl) gibi terimlerin de aynı kökü paylaştığını düşündüğümüzde)
düşünce ve eylemde sürekliliğe köken sağlayan bir düşünce zenginliğini içerdiğinin
ve İslam toplumunda farklılığın meşruiyet zeminini oluşturduğunun altı çizilmelidir.
İslam düşüncesi içinde bu ihtilafın meşruluğunu temellendiren en temel kavram
içtihattır. Müslümanların kodifikasyon sistemi içinde içtihadı bütün çağların başvu-
rulacak bir yorum ve hüküm çıkarım yöntemi olarak tutmaları bunun göstergesidir.
İslam medeniyeti içinde kurumsallaşan birçok uygulamanın (Şia ve Ehl-i
Sünnet, ve diğer fikir ekolleri) kurucu metinlerin çoklu yorumunun kurumsallaştı-
rılması ile gerçekleştiği dikkate alındığında, bu metinlerin farklı yorumlarının farklı
kurumsallaşmaların yolunu açacağı kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Metin ve metin
yorumu arasında bir ayırım yapma geleneği, karşımıza böyle bir esnek yapı çıkar-
maktadır. Şüphesiz politik, ekonomik, ahlaki, vs. birçok kurumsal yapının bu yorum
alanı içine girdiği ve sürekli gelişmeye açık bir alan olduğu kendiliğinden ortaya
çıkacaktır. ‘Ana metnin’ değil de bu ‘yorum külliyatı’nın ve bu külliyatın kaynaklık
ettiği teolojik-kültürel yorumların böyle bir katkıya açık halde tutulmaları büyük
kazanımlar sağlayacaktır.
6. Reaksiyoner Düşünce ve Davranışın Karşısına Dikilmek
Şüphesiz dinlerin ve kültürlerin ifade biçimi, mantığı ve yapısı yaşandıkları
bağlam tarafından beslenmekte ve şekillendirilmektedir. Hem kendilerini savunur-
ken hem de temellendirirken dinler kendilerini yeniden kurmaktadırlar. Dinler mo-
dern seküler liberal sistem içinde kendilerini daha çok tepkisel bir tarzda kurmakta-
dırlar. Şüphesiz bu tepkiselliğin temelinde, seküler modern uygarlığın, bu uygarlığın
ürünleri durumundaki komünizm, kapitalist liberalizm gibi ideolojilerin va’d ettiği
daha fazla eşitlik, daha fazla hürriyet, daha fazla mutluluk, gibi kavramların anlam
alanlarının daralması gelmektedir. Bu va’d edilenler gerçekleşmiştir, ama sadece
birileri için. Bu kavramların evrensel ölçekte bir zemin kazanamaması dinsel muha-
lefetin gerekçelerinden birini oluşturmaktadır. Arap milliyetçiliğinin ve Arap sosya-
lizminin başarısızlığının, İslamcı ihyacı hareketlere itmesi yahut güçlü dinsel bir
geleneğe sahip Hindistan’da Hindu radikal hareketlerin ortaya çıkması gibi. İlk
olarak, kendilerini ifade etme alanlarının başkalarınca ele geçirilmesi bu akımları
harekete geçirmektedir. İkinci olarak, Batılı olmayan bir tarzda dünyayı şekillendir-
me yönündeki güçlü arzuları ve kabiliyetleri onları motive etmektedir. Modern dün-
yada ortaya çıkan elitist ve sosyal Darwinci söylemler, insanların kendi başlarının
çaresine bakmaları gerektiğini ima etmektedir. Bütün söylemlerin ötesinde, dünya-
daki hâkim uygulamalar, hiçbir şeyin değişmediğini, yirminci yüzyıla hâkim olan
güçlü olanların farklı yöntemlerle sömürme güdülerinin her şeyi içerdiği gerçeği, bu
hareketleri her anlamda beslemektedir.
Uygarlıkların soy kütükleri incelendiğinde İslam’ın aksine, Hıristiyanlığın bir
imparatorluk içine cemaat dini olarak doğduğu ve ezilmiş psikolojisi içinde öğretile-
rini savunma refleksi içinde geliştirdiği ve kendisini sürekli başkalarına karşı ko-
numlandırarak var olduğu görülecektir. Bunun için de, tevhid fikrini sadece dini
planda değil, her türlü platformda deforme etmişlerdir. Bu sebeple de, yapısal olarak
çoğulculuğa elverişli değillerdir. Bu yapısı gereği, Hıristiyanlığı ne kadar içselleştir-
dikleri tartışmalı olmakla birlikte, Hıristiyan ülkelerin sadece dinsel ve kültürel
anlamda değil var olma ve hayat hakkına sahip olma bakımından bile çoğulculuktan
ziyade hep entegrasyon/asimilasyon politikasının peşinde olmuşlardır. Şimdilerin
moda deyimiyle ‘Asimilasyon yoksa göç de yok’ (Immigration without
Assimilation).
Çoğulcu yapı içinde özgürlüklerden bahsettiğimizde de eskiden beri var olan
ama moderniteyle birlikte adı daha sık duyulan ırkçılık, farklılık, ötekilik, hoşgörü,
azınlıklar, sömürgecilik, entegrasyon, asimilasyon, ayrılıkçılık, yurttaşlık, vs. kav-
ramların içeriğinin yeniden tanımlanması gerekmektedir. Bu kavramların tanım
alanlarının yeniden belirlenmesiyle, insanlar arasındaki eski çatışma ve bölünme
hatlarının yerini alacak bir adalet ve tolerans kültürünün temelleri atılmalıdır.
Avrupa bağlamında ifade etmek gerekirse, Anglo-Saksonlar ve dışındakiler
ayırımı, Batı’nın ruhuna işlemiş bulunuyor ve bundan kolay kolay da kurtulacak gibi
görünmüyorlar. Benzer şekilde tepkisel düşünme ve davranma biçimi kolonyal dö-
nemle birlikte Batı-dışı toplumların ruhuna da işlemiş gibi görünüyor. Bu sebeple,
Müslümanlar dahil Batı-dışı toplumların da sömürgecilik döneminden kalma tepki-
sel reflekslerde bulunma alışkanlığından ve bunun yarattığı eylem tarzından vaz-
geçmesi gerekmektedir. Müslüman dünyanın Doğu-Batı ilişkilerini, hikmet, mev’iza
ve en iyi ile mücadele17 çerçevesinde yeniden tanımlamaları bir zorunluluktur. Bu
zorunluluk rasyonel olanın peşinde gitmeyi, ortak paydalar bulmayı, birlik ruhunu
aramayı, vs. gerektirir.
Üzerinde yükseldikleri sağlam temelleri olmayan düşünceler, sürekli başkala-
rıyla mücadele ile beslenir ve her dönemde ‘fobi’ler üretirler. Ortaçağlarda kâfirler,
sapıklar gibi dinsel kavramlar üzerinden verilen bu mücadele biçimi, ulus devletlerin
ortaya çıkışı ile yedeğine politik ve kültürel kavramları da almıştır. Sömürgecilik
döneminde bu beslenme, Batı-dışı kültürlerin varlığı teziyle desteklendi. Şimdi ise
sözde-İslam fobisi üzerinden Batı kendi entegrasyonunu gerçekleştirmektedir. Bu
hengâme içinde Batı’nın değerlerini (dini, kültürel, politik, vs.) tartışmaya açmak
bile mümkün olamamaktadır. Zira Batı-dışı olmanın ne anlama geldiğinin kötü ör-
neği olarak kurguladığı ve kitlelere pazarladığı bir Müslüman dünya ortada dururken
böyle bir sorgulama ne kadar mümkündür? Böyle bir tutum sebebiyle, tartışma,
müzakere etme, ortak tutumlar belirleme alanı, siyasal ve köktenci tutumlarca zapt
edildi. Batı-dışı kimlikler baskın formu İslam olmak üzere ötekileştirildi ve bu öteki-
leştirilmenin yarattığı dinsel köktencilik üzerinden bir bütün olarak dine karşı müca-
dele başlatıldı. Acı olan bu süreçte dinin bütün söylemlerinin, dinin içinde bir tepki
faaliyeti olarak öne çıkan köktenci unsurlar tarafından ele geçirilmesidir. Din artık
kendini, içyapısını ve mantığını rasyonel terimler ve kavramlar üzerinden kurarak
değil, birer refleks eylemi olarak ifade etmeyi tercih eder hale gelmektedir. İslam’ın
özünü diğerlerinden ayırdığına inandığımız temel terimler ve kavramlar da, bu sü-
reçte soluklaşmaktadır. Müslüman toplumlar bu gidişatın farkında olarak, yaşam
biçimlerinin temel düşünce kriterlerine dönüşmesine engel olmalıdırlar.
Sonuç
İnsan, binlerce yıllık yazılı ve yazısız bir düşünce geleneğinin mirasçısı du-
rumundadır. Bu gelenek içinde insanlara dini mesaj taşıyan nice peygamberler, insa-
nın kalıcı sorularına cevap üretmeye çalışan nice filozoflar, Allah’ın varlık yapısında
yerleştirdiği yasaları deşifre eden nice bilim adamları geldi, geçti. Tarihin başını
tutan insanla karşılaştırdığımızda, tarihin şu anını yaşayan bizler muazzam bir kültü-
rel, dinsel, bilimsel, vs. bir birikime sahibiz. Ama, üzüntü veren ve belki bizi insan-
lığımızdan utandıracak olan şey, bütün bu birikime rağmen aramızdaki ilişkileri hala
şiddete, yok etmeye, sömürmeye, tahakküm kurmaya, vs. dayalı olarak kuruyor
oluşumuzdur. İnsanlığın ortak geleceği için girdiğimiz bu yolun bizi selamete çıka-
rıp çıkarmayacağını sorgulamaya açmamız gerekiyor. Bu topyekun bir sorgulama
olmalıdır; zira, öyle bir ilişkiler ağı içinde bulunuyoruz ki, başımıza gelecek felaket
içimizden sadece günahkârları vurmayacaktır.
Bu sorgulama neticesinde; Hıristiyanlar da Müslümanlar da tekilci ve tekelci
söylemlerden uzak durmalı ve dinsel ve kültürel, her türlü çoğulculuğa imkân veren
bir yapı geliştirmelidirler. Medeniyetler birbirlerini salt öteki değil, kurucu ötekiler
olarak tanıma ahlakını geliştirmelidirler. Özellikle Avrupa medeniyeti, başkalarıyla
diyaloga geçmeden önce kendi içinde bir diyalog gerçekleştirmeli ve geçmişindeki
kurucu çok kültürlülüğü, Farabî’nin, İbn Rüşd’ün, Gazalî’nin, İbn Haldun’un, vs.
rasyonel katkılarını yeniden gözden geçirmeli, geçmişe dönük seçicilik hastalığın-
dan kurtulmalı ve bunu çoğulcuk başta olmak üzere temel hürriyetler, hukukun üs-
tünlüğü, insan hakları, gibi edinimlerin temeline yerleştirmelidir. Medeniyetler bunu
yaparken dinler de özlerindeki temel ahlaki öğretileri öne çıkararak bu sürece destek
vermeli, medeniyetler arasındaki karşılıklı güveni sağlayarak ortak iyinin yaratılma-
sının yolunu açmalı ve böylece sorumluluklarını yerine getirmelidirler. Aksi takdir-
de bütün dinler, yaşadığımız dünyada hakim olan açlıklar, savaşlar, katliamlar, çevre
felaketleri karşısında ne yapmakta oldukları sorusunun altında kalırlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder